Uzman Makaleleri

Bir Mobbing Trajedisi

Bir Mobbing Trajedisi

Mobbing’in sözcük anlamı, psikolojik şiddet, baskı veya taciz olarak tanımlanabilir. Özellikle hiyerarşik bir yapılaşmanın olduğu yerlerde, güçlünün altta kalanlara baskı yapması veya onu çeşitli yollarla taciz etmesidir. Bu taciz bazen sosyal ve psikolojik baskı yöntemleri kullanılarak yapılabileceği gibi bazen de somut bir cinsel taciz şeklinde olabilmektedir. Son yıllarda özellikle iş yerlerindeki mobbing, tüm dünyada üzerinde çok durulan bir konu haline geldi. Uzmanlar konuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapıyor ve bu yüzden mağdur olan kişilere haklarını anlatmaya çalışıyorlar. Ancak özellikle bizim gibi köklü bir tarihi ve yine köklü gelenekleri olan ülkelerde, özellikle cinsel tacize uğrayan kadınlar bunun duyulmasından bile endişe etmekte ve olayı yargıya intikal ettirmekten çekinmektedirler.

Çalıştığı iş yerinde farklı biçimlerde tacize uğradığı için kliniğimize başvuran pek çok hasta gördüm. Her birinin hikayesi birbirinden farklı olsa da, ortak bir özellik taşıyorlardı; suçlu cezasız kalırken, mağdurların iç dünyalarında fırtınalar esiyordu. Örneğin bir Şaheste vardı. 35-40 yaşlarında, sarı saçlı, mavi gözlü, küçük burunlu, tombul bir kızdı. Pembe teninin üzerine serpilmiş çiller ona sevimli bir hava veriyordu. Ankara’nın uzak bir semtinde ailesiyle birlikte oturuyorlarmış. Yirmili yaşlarında başından bir nişanlılık geçmiş. Uzun sürmüş nişanlılık ve sonunda erkek tarafı nişanı bozmuş. Adı çıkmış… Sonra da bir daha evlenememiş. O sırada bir tanıdık yardımıyla devlet dairesinde küçük bir işe girmiş. Dört elle sarılmış işine. Sabah erkenden kalkıyor, tertemiz giyiniyor ve işine gidiyormuş. Böylece hem dedikodulardan hem de evdeki sitemli bakışlardan kurtulduğu için mutluymuş. İşleri çabuk öğrenmiş. Önceleri doğru dürüst konuşmayı bile bilmezken, zamanla yetiştirmiş kendini ve çalıştığı yerin en üst düzey yetkilisinin sekreteri olmayı başarmış.

İlk patronu asık suratlı, titiz, çabuk kızan, az konuşan, en ufak bir yanlışa toleransı olmayan biriymiş. Sadece Şaheste’ye değil, odasına şu veya bu nedenle giren herkese bağırıp çağırır hatta onu telefonla arayan eşine bile ağzına geleni söylermiş. Konuşurken insanın yüzüne bile bakmayan bu adamı herkes gibi o da sevmemiş ama her şeye rağmen dürüst, hak yemeyen biriymiş. Gece geç saatlere kadar çalışır, Şaheste de mecburen onunla birlikte iş yerinde kalır ve elinden geldiğince patronu kızdırmadan ona yardımcı olmaya çalışırmış. Yıllar geçmiş, devir değişmiş, asık suratlı patronun yerine bu sefer de güler yüzlü, yakışıklı, özellikle hanımlara karşı çok saygılı artist gibi biri gelmiş. Arkası kalın diyormuş herkes. Önceleri bu kendini beğenmiş, yakışıklı, esprili adama dairede çalışan bütün hanımlar beğeniyle bakmışlar. Hatta onun yanında çalıştığı için Şaheste’ye gıpta edenler bile olmuş. Zamanla dairede çalışan güzel ve gösterişli hanımları sık sık bir bahaneyle yanına çağırır olmuş patron. Kapılar kapanıyor, içeri kimse alınmıyor, bir yandan da dedikodular giderek artıyormuş. Şaheste’nin kafası karışmış. Zaten en büyük korkusu bir kere daha adının çıkmasıymış. Artık patronun odasına korkarak giriyor, her zaman yaptığı işleri bile heyecandan yapamıyormuş.

Akşamları önceki patron gibi bu da geç çıkıyor, gündüzden kalan işlerin çoğunu geç vakit tamamlıyorlarmış. Arada bir Şaheste’ye “sen çıkabilirsin” diyormuş. O zaman Şaheste hem koşarak iş yerinden çıkıyor, hem de “acaba benden sonra gerçekten çalışacak mı, yoksa yine kadınlardan biri mi gelecek” diye merak ediyormuş. Bir akşam yine birlikte geç vakte kadar çalışmışlar. O gün patronun canı çok sıkkınmış hatta ilk kez onun birilerine nasıl bağırıp çağırdığını, hakaret ettiğini duymuş herkes. İşler bitince patron Şaheste’yi yanına çağırmış. “Çok gerildim, omuzlarıma masaj yap” demiş. Kızcağız şaşırmış kalmış ve korkudan her yanı zangır zangır titremeye başlamış. Adam bu sefer çok daha yüksek sesle bir kere daha seslenmiş Şaheste’ye; “Duymadın mı, sallanma, zaten çok yoruldum, bir de seninle uğraştırma beni.”

Şaheste yıllardır evden işe, işten eve derken bu işlerden çok uzak yaşamış. Ne onu beğenen, onun ardından gelen olmuş, ne de o kimseye yan gözle bakmış. Onu ayakta tutan, yaşama sevinci veren tek bir şey varmış; işi… İşini kaybetmek, ölmekle aynı anlamı taşıyormuş onun için. İçinden “bismillah” çekip adamın yanına yaklaşmış ve titreyen elleriyle patronun omuzlarına doğru uzanmış ama masaj yapmayı bir türlü becerememiş. Patron döner koltuğunu aniden ona doğru çevirmiş ve “sen benimle dalga mı geçiyorsun, doğru dürüst yap şunu” demiş. Ama olmamış. Döner koltuk bir kere daha ona doğru dönmüş. Bu sefer patronun gözlerinde öfkeden şimşekler çakıyormuş. Elinin tersiyle sıkı bir tokat patlatmış Şaheste’ye. Kızcağız neye uğradığını şaşırmış. Çocukluğunda ve gençliğinde de çok dayak yemiş ama böylesini daha önce hiç yaşamamış. Yüzü kıpkırmızı, öylece donmuş kalmış. Sonra sanki başka bir boyuta geçmiş ve patron ne derse robot gibi yapmaya başlamış.

O gece bekaretini kaybetmiş Şaheste. O günden sonra içine bir sızı girmiş. Geceleri sabaha kadar uyumuyor, o gece yaşadıkları, ağır çekim bir film gibi sürekli gözlerinin önünden geçiyor, bir yandan da düşünüyormuş. Kimi, kime şikayet edeceğini bilememiş. Bir yandan işini kaybetmekten, bir yandan da yeniden adının çıkmasından korkuyormuş. Sanki yüzüne bakınca o gece olanları herkes anlayacak gibi geliyormuş ona. Patrona yakın davransa o gece olanların tekrar edeceğinden, uzak dursa işinden kovulacağından, başka yerlere tayin edileceğinden endişe ediyormuş. En çok korktuğu şeylerden biri de olayın ailesi tarafından duyulmasıymış. Nişanlısının onu bırakıp gittiği günler geliyormuş aklına.

Durgunlaşmış, dikkati dağılmış, işinde üst üste yanlışlar yapmaya başlamış. Patron ondaki değişikliği hemen fark etmiş. Bir gün yine onu yanına çağırmış, “istersen arada bir akşamları yine masaj yapabilirsin bana ama istemezsen başka bir bölüme aldırırım seni. Aslında senin de hoşuna gitti ama kızlar bunu söylemekten utanır. Bunu başkalarına söylersen başına gelecekleri de unutma sakın” demiş. Bu sözler, o gece yaşadıklarından da ağır gelmiş Şaheste’ye.

Bana ilk geldiğinde çoktan tayini bir başka yere çıkmıştı. Kafası karışmış, ruh sağlığı neredeyse tamamen bozulmuştu. İş yerinden birilerinin onu sürekli takip ettiğini, odasına gizli kamera konduğunu, dairede çalışan herkesin olayı bildiğini, bunun için ona bakıp güldüklerini, artık eskisi gibi kimsenin onunla arkadaşlık etmek istemediğini söylüyordu. Önceleri bu şüpheler sadece çalıştığı yerle sınırlıyken, sonradan mahallede oturan komşular da işin içine girmiş ve sonunda herkesten şüphelenir olmuş. Taksiler kornalarını olayı bildiklerini belli etmek için çalıyor, televizyon ve radyolarda çalınan şarkılar bile ona gönderme yapıyormuş.

Bir süre hastanede yatarak tedavi gördü Şaheste. Sonra uzun heyet raporları verildi ve en sonunda malulen emekliye ayrıldı. Emekli olunca Ankara’da kalmak istemedi. Şimdi memleketinde annesiyle birlikte yaşıyor. Her gün bir avuç ilaç alıyor. Evlerinin önünde küçük bir bahçe varmış. Akşama kadar o bahçeyle uğraşıyor, hiç evden çıkmıyormuş.

Senede bir gün gelir bana. Eski hezeyanları kalmadı ama küstü dünyaya. Eskiden pembe olan rengi sarıya döndü. Mavi gözleri hüzünlü bakıyor. O gece yaşananlardan hep kendini sorumlu tutuyor ve her gelişinde soruyor bana, “ben istemesem sahiden olmaz mıydı?” diye…

Uzman Bilgisi

Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU
Merkez Başkanı, Psikiyatrist
  • Üniversite : Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi
  • Uzmanlık : Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Psikiyatri Uzmanlık Eğitimi

Yazıları

Güncel Psikoloji Yayınlarımız

Yardıma ihtiyacınız var mı? Size ulaşalım.