Uzman Makaleleri

Hiç Büyümeyen Mutsuz Bir Çocuk : Peter Sellers

Hiç Büyümeyen Mutsuz Bir Çocuk : Peter Sellers

Sinema salonuna girdiğimiz andan itibaren 7. sanatın büyülü atmosferi içerisinde yeni bir dünyaya adım atmış oluruz. Salonun kapısında günlük yaşam kavgaları geride kalır ve koltuğa oturup, film başladığı andan itibaren, bambaşka hayatların içinde buluruz kendimizi. Kendi yaşantımızda zengin, fakir, aşık ya da nefret dolu olabiliriz bunun bir önemi yoktur, o koltukta oturduğumuz sürece artık beyaz perdedeki karakter ‘Kim’ ise ‘O’ oluruz. O karakterle sevinir, üzülür, aşık olur ya da nefret ederiz. Bu durumu Yusuf Atılgan’dan daha iyi nasıl anlatabiliriz ki; ‘Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.’ Fakat bu dönüşüm sadece perdenin seyirciye yansıyan yüzüyle sınırlı değildir. Kameranın önündekiler de yani oyuncular da her yeni senaryoyla birlikte yeni bir karaktere bürünür, dönüşür. Artık o oyuncunun kendi yaşantısında nasıl biri olduğunun bir önemi yoktur; senaryoda yazan karakter nasıl biriyse oyuncu ona dönüşür, o olur. Oynadığı karakter gibi güler, ağlar, sever ya da nefret eder. Bir sinema filmi,  perdenin her iki tarafında da, dokunduğu hayatları, belirli zaman süresince de olsa değiştirir, dönüştürür. Bu yazıda perdenin diğer tarafıyla ilgileneceğiz, kameranın önünde her oynadığı karakterle dönüşen bir hayatı anlamaya çalışacağız; ‘filmlerde rollerimi çok iyi oynuyorum, çünkü benim bir kişiliğim yok, önceden maskemin ardında bir ben vardı, fakat ben onu ameliyatla aldırdım’ diyen Peter Sellers’ ın hayatını…

Pembe Panter serisinde, Fransız Müfettiş Clouseau rolündeki muhteşem performansı sebebiyle dönemin izleyicileri tarafından Fransız olduğuna yönelik yaygın inanışa karşın Peter Sellers,   İngiltere’ de, 1925 yılında, sahne sanatçısı bir anne ve piyanist bir babanın tek çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Asıl ismi Richard Henry’ di fakat ailesi küçük Richard’ a daha önce bebek yaşta kaybettikleri çocuklarına koydukları Peter ismiyle seslendiler ve yaşamı boyunca da bu isimle anıldı. Bu durum aslında bu yazıyı okuyan Türk okurlar içinde çok yabancısı olunan bir durum değildir. Daha önceden çok genç yaşta ölmüş bir ablanın, abinin ya da amcanın, halanın ismini taşıyan bir tanıdığımız mutlaka vardır. Çok sıradan ve önemsiz gibi duran bu isim tercihi aslında o ismi taşıyan kişi için derin bir anlam içerebilir. Her insan dünyaya yeni bir ‘can’lı olarak gelir ve kendisinin de böyle algılanmasını ister. Yoksa bir başkasının yerini doldurmak ya da bir başkasının manevi anısını yaşatmak için hayata geldiğini düşünmek, insana, kendisinin bu hayattaki yeri ve önemiyle ilgili derin kırılmalar yaşatabilir. Böyle bir durum sonucunda ismi konulan kişi, büyük ihtimalle, adının hikayesini çok küçük yaşlarda aile içi sohbetlerde öğrenir ve varlığının ailedeki yeriyle ilgili sorgulamalar içerisine girebilir. Bu sorgulamanın sonucunda çocuk, aslında ‘kendisi olarak’ sevilmediğini, bir başkasının varlığını hatırlattığı sürece sevildiğini düşünebilir ve bu durum kişinin bütün bir yaşamını etkileyecek değersizlik düşüncelerine dönüşebilir ve böylece başta depresif bozukluklar olmak üzere birçok psikiyatrik hastalığın temelleri atılmış olur. Böyle bir durumda kişi için sadece var olmak yetmeyebilir öyle ki kişi, başkasının kırık dökük bir anısı değil sadece kendisi olarak var olduğunu ispat etmek zorunda hissedebilir. Bu zorundalık hissi,  etrafındakilere ben de varım, ben de buradayım mesajı vermek için yapılan abartılı tutum ve davranışlara dönüşebilir. Kaç yaşına gelirse gelsin o, etrafındakilere, varlığının, sadece kendisi olarak kabul edildiğinde bir anlamı olduğunu göstermeye çalışan bir çocuktur. Peter Sellers’ ın yaşam öyküsünde bunun izlerini sıkça görebiliriz. Örneğin; Sellers, ortamdaki en güzel kadını elde ederek ben buradayım mesajı vermek ister ki, onun için bu hedef, kendi döneminde belki de dünyanın  en alımlı kadını olan Sophia Loren’dir. Küçük kızı bir gün, ‘ Baba bizi artık sevmiyor musun?’ diye sorduğunda ‘Sizi seviyorum fakat Sophia Loren’ i daha çok seviyorum’ der ya da gecenin bir yarısı oğlunu uyandırır ve ‘Sence anneni boşamalı mıyım?’ diye sorar, eşine de benzer tutumlarla davranır, Sophia Loren’ e olan aşkını sanki karşısındaki eşi değil bir arkadaşıymış rahatlığıyla anlatır. Bütün bu davranışlar püerildir ve yaşı kaç olursa olsun bir çocuğun zihnine aittir. O hiç büyümemiş, küçük, mutsuz bir çocuktur. Evlenir, kendi çocukları olur, fakat çocuklarına bir ebeveyn olduğu bilinciyle değil bir akran gibi yaklaşır. Oğlu, Sellers’ ın yeni aldığı arabasının boyasına hasar verdiğinde, soluğu oğlunun odasında alır ve karşılık olarak oğlunun oyuncaklarını üzerlerinde zıplayarak ezer, çünkü Sellers’a göre oğlu onun oyuncağına zarar vermiştir o da oğlunun oyuncaklarına zarar vererek ödeşmiş olur.

Sellers 1977 yılında Muppet Show’a konuk olur. Hangi kılığa gireceğine karar veremediği için sıkıntı yaşarken Kermit; ‘Stres yapmana gerek yok, sahne arkasındayız burada kendin olabilirsin.’ der. Sellers ‘Ben asla kendim olamadım Kermit.’ diyerek yanıt verir. Aslında bu cevap Sellers’ın hayat hikayesinin bir özeti gibidir.  O,  bir teknedir, oynadığı bütün karakterlerin içine doluştuğu bir tekne, fakat o karakterler tekneden indiğinde geriye sadece boş bir tekne kalmaktadır. Sellers,  sanki kendisini değerlendirebildiği bir referans noktasından yoksun gibidir. Psikiyatrik yazında bireyin, duygu, tutum ve davranışlarının tümünün örgütlenmiş bütünlüğüne benlik denir. Benlik kişinin kendisiyle ilgili atıf merkezidir. Özne olan ‘ben’ in nesne olan ‘ben’ hakkındaki görüşüdür. Kişinin kendisine ilişkin zihinsel tablosu, referans noktasıdır. Bu referans noktasının, yani benliğin, gelişiminde erken dönem ebeveyn ilişkileri kilit rol oynar. Bu noktada Sellers’ ın benlik yapılanmasını daha iyi anlamak için annesiyle olan ilişkisine değinmek gerekir.

Peter’ ın annesi, Agnes Doreen ”Peg” Sellers yahudi kökenli bir sahne sanatçısıdır. Agnes kendisini oğluna adamış bir annedir, tabii bunda ilk çocuğunu kaybetmiş olmasının etkisi muhakkak büyüktür ki zaten küçük Richard’ a hep vefat eden ilk oğluna vermeyi düşündüğü isimle ‘Peter’ olarak seslenmiştir. Masum gibi görünen ‘Kendisini oğluna adamış bir anne’ tanımlaması derinlemesine incelendiğinde aslında bir insanın yaşam hikayesinde çok da masum olmayan etkiler bırakabileceği görülebilir.

Yeni doğmuş bir insan yavrusunu hayal edin, başkasının yardımı olmadan beslenme, yer değiştirme, temizlenme, tehlikelerden korunma gibi temel hayati işlevleri yapabilmesi mümkün değildir. Bu biyolojik yetersizlik göz önüne alındığında, insan yavrusunun yaşamının ilk günlerinden itibaren bakım verenine karşı bir bağlanma geliştirmesi kaçınılmazdır. Bakım veren, sadece fiziksel ihtiyaçları doyuran bir kaynak değil aynı zamanda sosyal gereksinimi karşılayan ilk nesnedir. Bu ilk nesne çoğunlukla annedir. Anne, ihtiyaçlar karşılandıkça giderek kuvvetlenen bağlarla bağlanılan ilk bağımlılığıdır insan yavrusunun. Bu bağ, sonraki bütün bir hayatı etkileyen değişime dirençli kişilik örüntülerinin nasıl oluşacağının ilk belirtecidir.

Annenin görevi sadece, bebeğin ihtiyaçlarını karşılamak değildir, anne, aynı zamanda bebeğin, sağlıklı bir ‘kendilik’ geliştirebilmesi için ona yalnızlık deneyimleri ve kendi başına durabildiği sakin ortamlar sağlamalıdır. Ancak bu şekilde ilk nesne olan anne, bir geçiş nesnesine dönüşür ve ‘öteki’ leşir. Bu kopuş kendilik gelişimi için gereklidir. Eğer bir bebeğin gelişiminde kendi tecrübelerini kazanmasına izin verilmezse kendisine ait bir tecrübeler bütünü olan sağlıklı bir benlik geliştirmesi de mümkün olmayacaktır. Aşırı korumacı bir anne düşünün, yeni yürümeyi öğrenmiş, sendeleyerek ayakta durmaya çalışan bebeğinin sürekli peşinden giden ve onu düşmeden tutan, hiç düşmesine haliyle düştükten sonra ayağa kalkmasına izin vermeyen bir anne… Böyle yetişen bir bireyin, neyin doğru, yanlış, iyi, kötü, tehlikeli, güvenli olduğuna dair kendi tecrübelerine dayanan bir bilgi birikimi gelişemez, onun bildikleri annesinin tecrübelerinden ibarettir, annesi için tehlikeli ve yanlış olan şey kendisi deneyimlediği için değil annesi öyle düşündüğü için tehlikeli ve yanlıştır. Diğer nesnelerle karşılaştığı zaman verdiği tepkiler kendisi tarafından tecrübe edilerek ortaya çıkmamıştır, onun tepkileri annesinin tutumlarına göre şekillenmiştir. Böyle bir gelişim dizgesinde referans noktası annedir. Yani kişinin kendisine ait bir referans noktası, sağlıklı bir benlik gelişimi, yoktur ve sonuç olarak kişi için nevrozdan psikoza uzanan psikopatoloji yelpazesinde bir tüy tanesi olmak kaçınılmazdır.

Peter Sellers’ın sondan bir önceki filmi sinemaseverlerin yakından bildiği ‘Being There’ isimli baş yapıttır. Bir romandan uyarlanan filmde oynamayı Sellers o kadar çok istemiştir ki kitabın senaryosunu da yazan, asıl romanın yazarı Jerzy Kosinski’ ye baş karakter Chance rolünü oynayabilmek için adeta yalvarmıştır. Film, bütün ömrünü bir malikânenin bahçesinde kendisine ayrılmış bir odada, dış dünya ile hiçbir teması olmadan geçiren ve dış dünya hakkında bildiği her şeyin patronunun kendisine verdiği televizyondan seyrederek öğrendiklerinden ibaret olan Chance’ın, iş vereninin ölümünden sonra sokaklarda şaşkın ve amaçsızca dolaşmaktan kamuoyu tarafından ‘bilgeliğin gösterişsiz ve saf yeni temsilcisi’ olarak ilan edilmesine kadar uzanan yaşam öyküsü anlatılmaktadır. Bir geçmişi ve gelecek kaygısı olmayan ve dünya hakkındaki görüşleri kendisine ait tecrübelerden çok televizyonda izlediklerinden oluşan bu karakterin hayat öyküsünde televizyon yerine anne figürü konulursa Sellers’ın neden bu karakteri bu kadar çok oynamak istediği daha iyi anlaşılabilir.

Sonuç olarak sinema tarihinin unutulmazları arasında yerini alan ve insanların yüzlerinde bir tebessümle sinema salonlarında ayrılmasına sebep olan Sellers’ın, perdenin öbür tarafındaki hayat hikayesi incelendiğinde; gülümseyen maskesinin gerisinde boş bir tablo asılı duran ve hiç büyümesine izin verilmemiş, hüzünlü bir çocuğuk görülecektir.

Peter Sellers’ a Saygılarımla,

Uzman Bilgisi

Dr. Mustafa TATLI
Psikiyatrist
  • Üniversite : Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi (İngilizce)
  • Uzmanlık : Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi

Yazıları

Güncel Psikoloji Yayınlarımız

Yardıma ihtiyacınız var mı? Size ulaşalım.